O T U Z A L T I

Yaşlı ve yalnız bir kadındı. 
Her akşam elindeki poşetlerle, Kocamustafapaşa'da, boş vakitlerimizi geçirdiğimiz öğrenci kahvesinin önünden geçer giderdi. 

O poşetlerdeki toprak ve rengarenk çiçekleri nereye neden götürdüğünü merak eder olmuştuk. Hem de aralıksız, her akşam taşıdığı poşetler!

Sivas katliamı gerçekleşeli bir iki ay olmuştu. 
Yaz bitmiş, sonbahar soğuk ve yağmurlu yüzünü göstermeye başlamıştı.

Biz, kızlı erkekli sekiz kişilik grup, işsiz güçsüz, sabahtan akşama kadar öğrenci kahvesindeydik. 

Hayatımızdaki olumsuzluklara rağmen umudumuzu ayakta tutmaya çalışıyorduk. Sivas Katliamı hepimizi derinden sarsmıştı. Haftalar geçmesine rağmen hala kendimize gelememiştik. Bu sıkıntılı günlerde uğraştığımız tek konu, elindeki çiçek ve toprak dolu poşetlerle, nereye gittiği belli olmayan yaşlı ve yalnız kadındı. 

Her kafadan başka bir hikaye çıkıyordu. 
Kimine göre kadın belediyeye ait bahçelerden çiçekleri çalıp kendi bahçesine götürüyordu, Kimine göreyse kadın ölmeden önce kendisi için bir mezar yeri satın almış, şimdiden o mezar yerini çiçeklerle süslüyordu.

Yine bir akşam arkadaşların hepsi dağılmış, ben masada yalnız kalmıştım. Eve gitmek istemiyordum. Bir sigara yakıp camdan dışarıya bakmaya başladım. O sırada yolun sonunda o yaşlı ve yalnız kadın göründü. Elleri kolları yine çiçeklerle doluydu.

Sigaramı söndürüp dışarı çıktım. Kafaya koymuştum. Mutlaka bu kadının çiçeklerle ne yaptığını öğrenmeliydim. 

Arkasından koşup yetiştim. 
"Teyzecim yardım edeyim mi?'' diye sordum. 
Başını kaldırıp yüzüme baktı. Kaşları çatıldı. 
''Neden?'' diye sordu. 
''Şey...Poşetleriniz ağır...Eviniz uzaktır. İzin verin yardım edeyim.''. 
''Neden?'' diye tekrarladı. 
Kaçarım yoktu. 
''Ya teyze vallahi kötü bir niyetim yok. Off...Tamam doğruyu söyleyeceğim...Biz..Yani ben ve arkadaşlarım, her akşam seni  böyle toprak ve çiçeklerle görüyoruz. Meraktan deli olduk. Allah aşkına, sen bu kadar çiçeği ne yapıyorsun?" deyiverdim.

Cevap vermedi. Poşetleri uzattı.
''Gel peşimden!'' dedi. 

O önde ben arkada, Samatya'nın yokuşlarını indik, çıktık ve en sonunda harabe ahşap bir evin önünde durduk. 

Öksürerek kapıyı açtı. Arkasında bakmadan içeri girdi. Ben de peşinden. 

Heyecanıma engel olamıyordum. Nihayet neler olup bittiğini öğrenecektim.

Tahta merdivenlerden çıkıp fakir bir odaya girdik. 
Yerde kilim ve kapının karşısında koltuk vardı. Duvarlar boy boy Hz. Ali'nin fotoğrafllarıyla kaplıydı. 

Önce dönüp bana baktı, sonra yürümeye devam etti. Birkaç oda daha geçip, kapalı bir kapının önünde durduk. Belli belirsiz bir duaya başladı ve  usulca kapıyı açtı. Kapı aralandıkça, kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyordu. 

Eliyle bana "İçeri geç" dedi.
Korkar adımlarla odaya girdim.
Şaşkınlıkla etrafa baktım.
Küçücük odanın içinde, her yerde, bir sürü irili ufaklı saksılar vardı. Saksılar rengarenk çiçeklerle doluydu. Hayatım boyunca ilk defa bu kadar çok ve rengarenk çiçeği bir arada görüyordum.

 ''Yirmi dokuz...'' dedi ve başını öne eğdi. 

''Özür dilerim ama anlamadım?'' diye kekeledim. 

''Beş çiçeğe daha ihtiyacım var oğlum. Otuz dört olmalı...Sivas'ta yanan her bir can için bir çiçek...''
O anda Sivas Katliamı gözlerimin önüne geldi.
Ateş
Duman
Çocukların çığlıkları
Kırık camlar
Yağmur gibi yağan taşlar
Çaresizlik...

Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. 
Yanıma gelip bana sarıldı. O da ağlamaya başladı.
Aradan bir süre geçti. 
''Peki neden otuz dört dedin güzel teyzem? Biz o yangında otuz üç canımızı kaybetmedik mi?'' diye sordum. 
Derin bir nefes aldı. 
Dudakları titreyerek ''Doğru dersin oğlum otuz üç. Ama bir tanesi de benim için. Ben de onlarla yandım, kül oldum'' dedi ''

Sonra susup saatlerce çiçeklere baktık. 

Yaşlı ve yalnız teyzeye veda ederken, elini öptüm. 
''Otuz beş çiçek olsun, olur mu teyzem? Otuz beşinci de benim için olsun...'' 
Gözlerinin ucundaki yaş elime damladı. "Olur oğlum elbette olur." dedi.

Hepimiz İki Temmuz bindokuzyüzdoksanüç'te Madımak Oteli'nde yandık. 
Aradan yıllar geçti ve biz şimdi küllerimizden çiçekler dikiyoruz yüreğimize.

Tamer Dursun