SEÇİME DOĞRU ALEVİ SORUNLARI-Prof. Dr. ERSİN KALAYCIOĞLU

SEÇİME DOĞRU ALEVİ SORUNLARI ve TOPLUMSAL FAY HATLARI
Prof. Dr. ERSİN KALAYCIOĞLU - ADO Başkanı Doğan Bermek

ADO 2022 sohbetlerimizin bu ay konuğu Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu oldu. Kalaycıoğlu Alevi sorunları ile ilgili gelişmeleri ve Cumhuriyet tarihinden bu yana ülkedeki toplumsal hareketlenmelerin yarattığı siyasal ve idari sonuçları değerlendirdi.

Doğan Bermek: Değerli Dostlarımız ağustos ayının ikinci haftasında başlayıp geçtiğimiz hafta sonuna kadar süregelen devletin veya Hükümetin Alevi politikalarında değişim ilanının yarattığı dalgalanmalarla uğraşıyoruz. Bu konular o kadar çapraşık ki, değerli siyaset bilimci sayın Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’na da kanaatlerini sorduk. Ersin Bey Türkiye’nin en saygın siyaset bilimcilerinden ve bu işlerle içinden ilgili bir insan olmayarak, neler gördüğünü bize anlatmasını rica ettik. Kendisi de sağ olsun bizi kırmadı. Böyle bir toplantı yapacağız. Enteresan olan şey şu hocam: Ağustos ayının ikinci haftasından itibaren Aleviler, Alevilik üzerinde bir hareketlenme devrede biliyorsunuz. Önce Cumhurbaşkanı Ankara’da bir Cem evini ziyaret etti. Arkasından Hacı Bektaş’a gitti 16 Ağustos’ta. Ardından kamuoyunda birtakım tartışmalar açıldı ondan sonra da geçtiğimiz Cuma 7 Ekim günü İstanbul’a Şahkulu dergahında yapılan bir devlet toplantısında yeni, hayata sokmak istedikleri değişimleri açıkladılar. Şimdi önce size şunu sormak istiyorum. Ben Türkiye’deki kamuoyunun Alevilik konusundaki bu titreşimlere, son 7-8 haftadır çok uzak kaldığını düşünüyorum siz ne dersiniz bu konuda hocam?
Ersin Kalaycıoğlu: Şimdi o kadar çok şeyi aynı anda tartışıyoruz ki tabii ister istemez gündemin neresinde hangi konu duruyor bunu saptayabilmek bir hayli zor. Yani bir kamuoyu araştırması yaptığınız sırada da gündem değişebildiği için kamuoyu yoklamasının yapıldığı andan sonra onun geçerliliği de pek kalmıyormuş gibi gözüküyor. O kadar hızlı değişen bir gündem var. Bunun nedeni Türkiye’nin içinde bulunduğu oldukça büyük çaplı bir değişim. Bu değişim çok büyük ölçüde kültürel içerikli bir değişim yani sosyo-ekonomik olmaktan çok kültürel içerikli bir değişim. Aynı zamanda siyaseti de içeren bir niteliği var. Şöyle ki gayet iyi bildiğiniz gibi Türkiye’de çok uzun zamandan beri bizim toplumumuzu derinden ayıran fay hatları var. Bu fay hatlarından bir tanesi mezhep üzerinden özellikle Alevi-Sünni ayrımı üzerinden Türk toplumunda ve siyasetinde etkili olan bir unsur, ama bunu ötesinde aynı zamanda Sünni mutekit ve sekülerleri birbirinden ayıran ve Sünni mutekitler içerisinde çeşitli örgütlenmeler ayrışıyor. Özellikle Sünni mutekit cemaat, tarikat vs. örgütlenmelerin kendi arasında bir yarış olduğu için bunu da bu 2016’nın 15 Temmuz’undan itibaren Fethullah Gülen Cemaati ve FETÖ’cüler ile diğer tarikatlar arasındaki çeşitli, yarışma, boğuşma, didişme itiş kakıştan görüyoruz temel itibariyle. Onun için kültürel topluluklar ve seçmen blokları genel olarak ayrışıyorlar; bir de ayrıca kendi içlerinde kılcal damarlara ayrılıyorlar çeşitli bakımlardan. Bunun ötesinde etnik olarak da, özellikle Kürt etnik milliyetçiliği Türk etnik milliyetçiliği çok sivrilerek, hem birbirleriyle çatışıyorlar hem aynı zamanda değerler olarak ayrışıyorlar, siyasal olgu ve olaylara bunlar çok farklı tanımlar veriyorlar. Toplumda yaşayanların adının ne olacağını bile telaffuz etmek zor bir hale geliyor. Türk dediğiniz zaman “sen ırkçısın” falan denmeye başlandı. Yani çok uzun zamandır oturmuş terminolojiler kullanılamaz hale geldi.
Dolayısıyla böyle bir dönemde toplumun üzerine oturmuş olduğu kültürel fay hatlarının bir hayli oynamakta ve ayrışmakta olduğunu görüyoruz. Bunun yanı sıra, eskiden bunları bir şekilde bir araya getiren ve birleştiren bir siyaset söz konusuydu. Bir tarafta Osmanlı’dan beri süren ve devraldığımız Osmanlı merkezinde bulunan -buna Şerif Bey[1] merkez diyordu.- 1963’te Halil İnalcık’ın yazmış olduğu bir makale var Türkiye ile Japonya’nın karşılaştırılması üzerine olan bir kitapta, o makalede diyor ki “Osmanlı’da iki tane sosyal tabaka vardı yani ayrıntılı sınıf filan yoktu. Bir tanesi gücü elinde bulunduran ve aynı zamanda yönetme dışında bir işi olmayan, yani üretimde yer almıyor, gelir üretmeyen, vergi vermeyen eğer görevi gereği askerlik yapması gerekmiyorsa askerlikte yapmayan bir sınıf vardı” diyor. Bu Dersaadet’te mukimdi, oturmaktaydı. Ve o Dersaadet’te oturan bu tabakaya ASKERİ adını veriyordu. Bunun içerisine ulemayı da koyun Şeyhülislam, kadılar, müftüler ve imamlarıyla bir bütün olarak Bab-ı Meşihat bunun içinde, yani dinî, askerî ve sivil teşkilat hepsi dahildir bu Merkez tanımına. Bunlar diyor, devletin umuru ve çıkarları için güya örgütlenmiş bulunan ve onu gerçekleştirmek için çalışan, amacı resmen böyle ifade edilen fakat gerçekte kendi içlerinde de çatışan filan bir merkez. Bir de geriye kalan nüfus vardı ki bunlar çeşitli dinlere; Hristiyanlık, Müslümanlık, Yahudilik vs. bölünmüşlerdi. Aynı zamanda etnik olarak çok farklıydılar, farklı din ve dil grupları olarak yaşıyorlardı ve çok farklı işler yapmaktalardı. Bir kısmı kentte çalışmaktaydı, işte Ahilik teşkilatının içinde esnaf ve zanaatkarlar, ayrıca tüccarlar bulunuyordu, bir kısmı kırda çalışan tarım işçisi veya çift çubuk sahibi olan kimselerdi ama bunların hepsi reayaydı. Bunları askeriden ayıran temel özellik siyasal güç sahibi olmamaları ve üretimde bulunuyor, gelir yaratıyor, vergi ödüyor olmalarıydı ve hepsi icabında asker olarak kullanılıp savaşta ölüme sürülebiliyorlardı. İkisi arasındaki temel fark bu. Bunun dışında bir ayrım önemli değildir Osmanlı İmparatorluğunda. Osmanlı Tarihçileri arasında muhtemelen en saygın olanlarından birisi olan Halil İnalcık hocanın tanımı ve yaklaşımı budu. Bizim toplumumuzun ve siyasetimizin bu yapısı Kurtuluş Savaşı sonrasında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçmiş durumda. Bu sefer İstanbul yerine Ankara’da merkezde oluşan bir merkezî üst yönetici seçkin zümre (elit) buna devlet eliti[2] deniliyor. Bunlar büyük ölçüde, asker ve sivil bürokrasiden geliyorlar. “Mekteb-î Mülkiye” ve “Mekteb-î Harbiye” bunların temel yetişme alanları. Kendi alanlarında bilim eğitimi alıyorlar, aynı zamanda devlet yönetiminde çeşitli ölçülerde etkin durumdalar ve bütün kariyerleri boyunca da devletin genel çıkarları ve umuru için çalışan insanlar. Bir taraftan dış ilişkilerle uğraşan diplomatlar var. Maliye teşkilatı var, İçişleri ve savunma bürokrasisi vs. Tarafından oluşturuluyordu bu tabaka. Bir de toplumun geri kalanı var. Geri kalanı Osmanlının çöküşü tarihinde %90, belki %85 itibariyle kırda yaşıyor. Bunların takriben 3’te 1’i göçer geri kalanı da köylerde yaşıyor. Önemli bir kısmı topraksız tarım işçisi. Maraba olarak çalışıyor, yanaşma olarak çalışıyor ve reaya tanımının devamı olarak gelen kitle bu temel itibarıyla. Bunlar padişahın tebaası iken 1923’ten itibaren eşit haklara sahip vatandaş olarak tanımlanıyor. Esasında bu süreç Tanzimat’ta başlamış durumda ama tam da gerçekleştirilebilmiş durumda değil. 1923’ten sonra vatandaş olarak tanımlanıyor ve varlığı bu şekilde devam ediyor. Şimdi bu yapı merkez ve kenar olarak tabir edildi Şerif Bey’in tabiriyle [3] veya isterseniz bu yapılara kısaca merkez ve taşra dersek daha anlaşılır olacaktır.
Taşra ile merkez payitaht olan yer ayrımı söz konusu ve bu şekilde baktığınız zaman toplum gayet benzer bir biçimde o zamanki Osmanlı’nın devamı gibi gözüküyor, fakat özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında hızlı bir şekilde endüstriyelleşmeye başladık, aynı zamanda bu demokratikleşme ile de çakıştı. Ve önemli bir hızla Türkiye’de bilhassa Anadolu’da yol yapımı sürecine girildi, asfalt yol olabildiğince hızla arttı. Bunun sonucunda köylere ulaşımla köyleri daha yaşanabilir daha modern bir hale getirmek özellikle köylünün eğitim ve sağlık hizmetlerine kolay ulaşır hale getirilmesi hedeflendi. Ancak tabii bunun sonuçları hesaplanmış mıydı, hesaplanmamış mıydı belli değil. Köye yol gider gitmez köyden gözüne kestirebilenler, bu işi yapabileceğini düşünenler pılıyı pırtıyı toplayıp kentlere göçtüler. Bu süreç 1950’lerde başladı 1980 sonrasında müthiş hızlandı. Şimdi geldiğimiz aşamada özellikle 2014’e kadar bunu takip edersek %15 köyde, kırda yaşıyor, %85 kentte yaşıyor hale geldi toplum. Bu müthiş bir dönüşüm. Bir kuşakta oldu. İstatistiğe bakarsanız 1970’lerin ortasından 1990‘ların ortasına kadar yani o 20 yıllık arada hemen hemen tamamı köyde doğmuş olan bir nüfus kente taşındı. Bütün değerleriyle, düşünce sistemleriyle, zihniyet algılarıyla, bütün ilişki ağlarıyla, kan bağı, hemşehrilik bağı, aynı zamanda tarikat ve din bağıyla kentlerin özellikle varoşlarına geldi taşındı ve burada hayata tutunmaya çalıştı. Şimdi bizim yaptığımız bilimsel seçim araştırmalarında[4] “bugün herhangi bir işiniz var mı?” diye sorduğumuzda, yok diyenlere “Daha önce oldu mu?” diye sorduk; oldu diyorsa mesele yok, hangi işte çalışıyordunuz diye sorup öğreniyoruz. Eğer olmadı diyorsa “kazanç karşılığı hayat boyu herhangi bir işte çalıştınız mı?” diye soruyoruz. Ortalama %40 çalışmadım diye cevap veriyor. Bunu 2008’den 2019’a kadar sorduk. Her sene aldığımız cevap bu. Bu geniş bir kitle, bunun tahmin edebileceğiniz gibi %80’i kadın ama yaş ortalaması da yüksek: 55-60 ortalamasında. Küçük bir kısmı erkek. Bunlarda 20’li yaşlarda yeni eğitimlerini tamamlamışlar, iş arıyorlar filan. Farklı bir kitle gördüğümüz gibi. Bu kitle Türk siyasetinde ağırlığa sahip olan kitle. Bu kitle dönüşüyor, kentleşiyor aynı zamanda. Bu hem sosyolojik hem kültürel bir değişme. Kentin değerlerini elde etmeye başlıyor. Bunlar işte yarı seküler, yarı dini karmaşık bir konum içerisindeler. Bir tarafta kentin yaşam biçimine ve değerlerine öykünüyorlar, öbür tarafta bunun dışında kalmış durumdalar. Ama temel olarak bu ilişkiler büyük ölçüde farklılaştı. Neden? Çünkü çok farklı kesimlerde farklı coğrafyalarda yaşayan insanlar aynı mahallede olmasa bile yan yana mahallelerde veya benzer iş yerlerinde hayatı paylaşır şekilde yaşamaya başlıyorlar. Bu bir yenilik ve burada birtakım yeni tanışmalar, benzeşmeler ve çatışmalar türüyor ister istemez ve bunun yaratmış olduğu ortam son derece dinamik ve kaygan bir ortam. Şimdi siyasette eski Merkezde duran değerleri temsil eden bir siyasi parti kuruluştan beri Halk Partisi veya Halk Fırkası sonra Cumhuriyet Halk Partisi, sonra bunun karşısına çıkanların en başarılısı Demokrat Parti, Millet Partisi çeşitli adlarla değişti. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi oldu. Cumhuriyetçi Millet Partisi oldu vs. sonra MHP’ye dönüştü. Onun dışında 1960’lardan itibaren Milli Nizam arkasından Milli Selamet Partisi. Demokrat Parti de kapanınca Adalet Partisi, o da kapatılınca Anavatan Partisi, Doğruyol Partisi’nde devam etti. Bu siyasal partiler bu eski reaya yeni kent yoksulu kitlenin sesi olmak, temsilcisi olmak ve onlar adına konuşmak ve onlardan oy toplamak ve aldıkları oya karşılık bu kitlelere birtakım hizmetler sunmak suretiyle siyasette etkili hale geldiler. Bu siyasal partilerin hepsinin yöneldiği esas büyük karşıt güç Cumhuriyet Halk Partisi oldu ve onunla çeşitli kulvarlarda yarışmaya ve hatta çatışmaya giriştiler. 1950-60’lar, 70’ler aynı şekilde geçti ve bu çerçeve giderek karmaşık bir hale geldi fakat bu süreç içerisinde hep bu Merkezi bir şekilde kontrol altında tutmak, ele geçirmek, dönüştürmek ve onun değerlerini geri plana atmak, marjinalleştirmek veya taşranın değerlerini ona egemen kılmak gayreti ve endişesi yaşanmaktaydı. Bunun yavaş yavaş 1990larda geliştiğini gördük. O tarihteki toplamış olduğumuz verilerden ben eski Merkez- Çevre kalmıyor diye yazdım. Hatta bir konferansta vefatından önce Şerif Mardin ile de tartıştım bu konuyu o da “haklısınız” dedi “eski merkez, benim yazdığım dönemdeki 1960’lardaki veya 70’lerin başındaki merkez çevre farklılığı söz konusu değil artık kalmadı ve dolayısıyla değişiyor “.
Fakat bu değişim 2000’li yıllardan itibaren hızlandı ve özellikle 2016-2017 ve ondan önce gelen çeşitli 2007 ve 2010 referandumlarıyla yapılan anayasa değişiklikleri sonucunda ortaya çıkan yapı içerisinde Merkezin temel ajanları olan kamu bürokratlarının etkinliği ortadan kaldırıldı ve dolayısıyla Merkez artık mevcut değil. Dolayısıyla ortada kültürel bakımdan çeşitli şekillerde bölünmüş, kentleşmiş kente uyum göstermeye çalışan fakat kentte yaşadığı için eski çevresinde olduğu gibi birbirinden farklı yerlerde eş anlı olarak mevcut olmayan, aynı coğrafyayı büyük ölçüde paylaşan, benzer işler için yarışan ve o işlerde karşı karşıya gelen ve ister istemez daha fazla kaynaşmak veya çatışmak durumunda olan yeni bir toplum ortaya çıktı. Burada çeşitli kültürel fay hatları birbirinden ayrışmış durumda. Şimdi bunları Merkezi temsil eden partiye karşı birleştiren ve onların en iyi temsilcisi olup ve onlara en fazla hakkı sağlayabileceği, en fazla hizmeti sağlayabileceğini söyleyen siyasetçi ve onun siyasi partisi şu anda Merkezin ortadan kalkması dolayısıyla ne söyleyeceğini şaşırmış durumda. Bugünün siyasetinde öyle bir Merkez yok ama fay hatları mevcut, farklı yaşantılar mevcut. Farklı kültürel kimlikler mevcut. O kimlikleri ötekileştirmek, yabancılaştırmak, düşmanlaştırmak üzerinden ve onları bölerek yönetmek üzerinden bir siyaset gütmeye devam edilebiliyor. Bu zaten Merkeze karşı yapılıyordu, fakat şimdi ortada aynı eski söylem devam ediyor fakat o kudretli Merkez yok. Dolayısıyla söylem biraz havada kalıyor temel itibarıyla ve bunun üzerinden sürekli olarak aynı tür çatışmaları, ayrışmaları tetikleyecek şekilde kültürel simgeler, kültürel Mem’ler kullanılmaya devam ediliyor. Biyolojideki genetiğin kaynağı olarak gen ne ise kültürün yapı taşları olarak da mem aynı anlamda kullanılmakta, örneğin baş örtüsü hakkındaki ifadeler burada kullanılabilecek unsurlardan bir kısmı. Aynı şekilde farklı etnik köken, ırk, Kemal Kılıçdaroğlu’nun mezhebinin ve hatta kökeninin sorgulandığına tanık olduk hatırlayacak olursanız yakın zamanda. Nereden gelmiş, kökeni kimmiş filan. Bunu da Devlet Bahçeli gündeme getirdi yanılmıyorsam. Bu tür unsurlar üzerinden sürekli olarak, “onlar bizden değildir sakın ha onların mesajını almayın, bizim yapmış olduğumuz bütün bu eksiklikler, yanlışlıklar, kötülükler vs. de olsa siz durumunuza şükredin, bizimle beraber kalın aman ha değişmeye kalkmayın.” “Bundan herhangi bir yarar temin etmezsiniz, çünkü onlar sizin gerçek düşmanınız” mesajı verilmek suretiyle bir kültürler-arası çatışma esasına dayanan bir siyaset sürdürülüyor. Şimdi burada bir kutuplaşmadan çok, çok farklı fay hatları üzerinden ayrışma ve cepheleşme, saflaşma ve çatışma var. Yani bir tek kutuplaşma yok. Bir sol kutup, bir sağ kutup bu durumu biraz basite indirgemek olur. Belki eskiden vardı. 50’ler siyasetinde CHP ve DP’nin temsil ettikleri olarak iki kutup ve kutuplaşma söz konusuydu. Ama şimdi çok farklı fay hatlarında çok farklı gruplaşmalar var. Belki daha fazlasını da göreceğiz. Çeşitli siyasal partiler de çıkacak ortaya. Bir de bu manzarayı daha da karmaşıklaştıran sığınmacı ve göçmen olgusu yaşamaya başladık. Bunların sayıları da artınca o da gündemin bir unsuru haline geldi. Bunun üzerinden kurulan siyasi partimiz var mesela bugün. Daha önceki anlatımlarda yer almayan bir şey ve dolayısıyla bu karmaşıklık iyice artmış durumda, çatışma alanları iyice yaygınlaşmış durumda ve her hafta başka bir çatışma alanı ön plana geliyor başka bir konu üzerinden ve bu bir tanesinin tartışması bitmeden öbürü birdenbire gelip gündeme oturuyor ve dolayısıyla hepimiz bunları takip etmede zorlanıyoruz. Birçoğumuz da yoruluyoruz, öyle zannediyorum ki bir kısmımızda “canı cehenneme” filan deyip bırakıyor. Yani gelmiş olduğumuz aşama bu.
Bu çerçeve içerisinde iktidar partisi bugüne kadar gütmüş olduğu politikayı aynen devam ettirmek suretiyle “böl-yönet, karşı tarafını ötekileştir, düşmanlaştır ve buradaki kişilerin bu fay hattının öbür tarafına atlamasını engelle, hatta onlarla temas ettirme, konuşturma” esasları ile sürdürüyor. Bu son derece önemli bir olgu, özellikle Gezi Olaylarında bunun ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Gezi Parkı Olaylarında anımsarsanız bu fay hatları üzerinden köprüler kuruldu ve o iktidarı dehşete düşürdü, yani birbirinden çok farklı yaşantıları olan insanlar, daha mutekit Sünniler, sekülerlerle yan yana oturup konuşmaya, görüşmeye filan başladı Taksim etrafında. Ben bunu gözlerimle gördüm hayretler içerisinde kaldım. Hatta o zaman Adalet ve Kalkınma Partisinde milletvekili olan birisine de rastladım onunla da bu konuyu paylaştım o da evet bende aynısını gözlemliyorum, ilginç buluyorum demişti. Ancak bu iktidar partisi için kabul edilebilecek bir şey değil. Onlar başkadır siz hiçbir konuda bir araya gelemezsiniz filan diyen bir söylemin karşısında çok farklı bir ortamda ve temelde, bunların bir araya gelebileceği, ortak talepte bulunabileceği daha fazla demokrasi ve özgürlük isteyebileceği ortaya çıktı. Bu tabii özellikle iktidarı çok rahatsız etti ve Tayyip Erdoğan’ın daha bir şiddet ve dehşetle bu olaylara yaklaşmasında ve Gezi Olayları üzerinden sürekli olarak gündem yaratma çabasına yöneltmiş gibi duruyor. Çünkü Gezi Olayları bütün bir söyleminin çöktüğü noktadır. Yani farklı kökenlerden gelmiş farklı düşünce sistemlerinden gelmiş, farklı etnik kökenlerden gelmiş, farklı dini kökenlerden, mezheplerden gelmiş insanların birleştirebileceği bir platform oluşabileceği örneği olarak karşımıza çıkınca AKP iktidarının bütün söylemi zedelendi. Tekrar onu dönüştürmek için gerçekle bağlantısı olmayan iddialarda bulunmaya başladılar, dikkatinizi çekerim. Dolmabahçe Sarayı’nın altından tünel kazılmış, oysa böyle bir tünel yok. Olabilmesi de mümkün değil, altı su onun. Kazarsanız saray çöker yani tünel yapamazsınız veya kazma kürekle olacak bir iş değil. Ne teknoloji gerekir bunun için. Öyle bir şey olamaz. Baş örtülü bacıya saldırdı dediler, videosu yok. Polis inceledi hiçbir şey bulamadı sonuç itibarıyla. Yani gerçekle bağlantısı yok. Camide içki içildi dedi içilmemiş, dışarıdan bir bira şişesi bulup getirilip onun videosu çekilmiş. Oradaki müezzin durumu anlattı. Adamcağızı oradan oraya sürdüler, hayatına kastettiler. Anlatabiliyor muyum? Bütün bunlar niye üretildi? Çünkü söylemle gerçek muazzam bir çatışma içerisine girdi ve böl – yönet söylemini sürdürebilmek için gerçeğin çarpıtılarak, icabında gerçek dışına çıkılmak gerekti; bu suretle ötekileştirme ve farklılaştırmanın sürdürülmesine çalışıldı. Bunun üzerinden çatışmanın devamı o yolla kendi tabanını korumak, başkalarının tarafına geçmesini engellemek ve olabildiğince siyaseti yine böl-yönet çatışmacılığı üzerinden ifa edebilmek yoluna gidildi.
Salgınla birlikte bu özellikle din üzerinden Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bu sürece girmesiyle sürdü. Önce salgının lütilikten türediği savı ileri sürüldü ama yine kanıt bulunamadı. Sonra biliyorsunuz Bella Ciao parçası çalındı İzmir de müftülük hoparlörlerinden; onu da çalan bulunamadı, hala bulunamadı bilmiyoruz kimin çaldığını. Provokasyona benziyor ama her şeyi bulan İç İşleri Bakanlığı onu bulamıyor bir türlü. Dolayısıyla orada bir Cumhuriyet Halk Partili eski parti teşkilatından birisini suçladılar bunu retweet etti diye ilginç bir şekilde. Ondan sonra çeşitli açıklamalarla bu söylemler sürdürülmeye çalışıldı, işte Ayasofya açılışında yapılan açıklamalar bunu takip eden gelişmelerde yapılan açıklamalarda bu süreç sürdü. Bunun bir noktada doğal olarak mezhep farklılıkları üzerinden yapılan söylemi de etkilemesi, onlar üzerinden tekrar siyasetin sürdürülmesine dönüşeceğini tahmin edebilmek çok da zor değildi. Sizinle de daha önce karşılaştığımızda söylemiştim acaba bu ne zaman olacak diye. Geldik o noktaya.
Doğan Bermek: Çözüm gibi ortaya konulan çarelerde önce yeni bir odak yaratılıyor. Alevilik odağı yaratılıyor Kültür Bakanlığında. Tabii bu durumda hemen bunun ardından gelmesi gerekecek olan Ermeniler ne olacak, Süryaniler ne olacak Yahudiler ne olacak soruları da geliyor. Kültür Bakanlığı bir çeşit teolojik daireler topluluğuna mı dönüşecek bilmiyorum. Bunun çok iyi düşünüldüğünü zannetmiyorum. AİHM kararları var. Mahkemenin kararları çok açık zaten, Cem evi ibadethanedir diyor ama şimdi Cem evinin ibadethane niteliğini kabul etmeksizin ibadethanelere verilmiş olan hakların bir kısmını Cem evlerine bu yöntemle sunmak gibi bir teklif var ortada, ama işin yasal zemine oturması nasıl sağlanacak onu da bilmiyoruz şimdiki haliyle. Bir de Kültür Bakanlığının bazı sabıkaları var, mesela Mevlevihaneler onlara bağlandı. Bütün Mevlevihanelerin -camiye çevrilmemiş olanların- kontrolü Kültür Bakanlığında ama Kültür Bakanlığı kendine bağlı Mevlevihanelerde kadın semazenlerin ayine katılmasına izin vermiyor. Alevi dünyasında böyle bir şeyi bırakın teklif etmek, düşünmek bile mümkün değil. Kadınsız ibadet böyle bir yapı. Yani burada birtakım başka şeyler çıkacak gibi düşünüyoruz. Dediğiniz gibi fay hatları daha da ayrışacak ve belki de buradan yeni başka çatışma alanları da üreyecek, bu nedenlerde kaygımız var açıkçası siz nasıl görüyorsunuz diye merak etmiştim;
Ersin Kalaycıoğlu: Çatışma iktidarın işine geliyor. Çatışma ve ayrışma. Aynı zamanda kendi söylemi etrafında oluşmuş bir din algısı ve bir din kalıbı. O dil kalıbını herkese kabul ettirmek zaten dindar nesil, muhafazakâr nesil diye arada bir gündemin ön sıralarına çıkartıyorlar. Çünkü hiçbir din tekil bir içerikte değildir.  Hepsinde farklı mezhepler, farklı yorumlar, farklı anlayışlar vardır. İslam’da da öyle. Hristiyanlıkta biliyorsunuz ayrıca kitaplar da farklı. Farklı kişilerin yazmış olduğu farklı İnciller var. Ona göre birtakım farklarda söz konusu olabilir. Biz de öyle bir şey yok ama sonuç itibarıyla ciddi yorum farkları var.
Doğan Bermek: Bizde de Batıni ve Zahiri yorum farkı deyince zaten ortaya çıkan çok ciddi farklar var tabii bizim Kuran anlayışımızla Sünni anlayış çok farklı.
Ersin Kalaycıoğlu: Evet var. Tabii her alanda yani hukuktan başlayan, her alanda yayılan çeşitli uygulamalar var ve burada çok farklı yorumlar var. Birçok imam çıkmış yani bunlar bilgin, hukukçular, din adamları vs., farklı yollar kurmuş, yanılmıyorsam Tarık Zafer Tunaya ’nın Anayasa ve Siyasi Müesseseler kitabında okumuştum. 16-17 yy. için yapılan bir araştırmada bunlardan 72 değişik hizbin, Tunaya parti diyor, İslam’da da olduğu öne sürülüyor. 72 hizip var ve birbirleriyle yarışıyorlar, çatışıyorlar. İktidar mücadelesi içindeler diyor o tarihte.
Doğan Bermek: Mezhep zaten hizipten geliyor mezhep kelimesi.
Ersin Kalaycıoğlu: Evet mezhep kelimesi de oradan geliyor. Dolayısıyla buradaki ayrımlar ve buradaki farklılaşmalar büyük ölçüde çeşitli yorumlardan kaynaklı ama siyasetin buna müdahale etmesi doğal olarak yeni siyaset üzerinden farklılaşmaların ortaya çıkmasına neden oluyor. Onu kullanmak suretiyle belli bir görüş açısından bunları tek düzeliğe indirme. Bu çok otoriter, hatta totaliter bir rejim önerisi. Onun için vahim bir öneri ve buna karşı çıktığınız anda ister istemez kafir veya münafık olacaksınız. Çünkü bu sayede aynı zamanda son derece itaatkâr, fevkalade kolay kontrol edilebilir, her koşulda ne kadar kötü durumda olursa olsun ulu-l emr’e veya lidere biat edecek olan ve aynı zamanda -ne kadar kötü durumda olursa olsun- haline şükredecek olan bir kitlenin ortaya çıkacağı, muhalefet etmeyeceği, sorgulamayacağı, fikir üretme, fikir üzerinden farklılıklar veya tefrik edecek birtakım unsurlar aramayacak olan bir kitlesel yapı oluşturma peşindeler. Bunun olması durumunda mükemmel totaliter bir rejim ortaya çıkacak. Herkes üniform, çoğulculuk yok, çoğulculuğun tam karşıtı, herkes aynı durumda birtakım ufak farklılıklar olsa bile o farklılıklar yine bu kalıbın içinde tanımlanmış olacak. Onun dışına çıkan herkesin kafir olduğu ve dolayısıyla o şekilde muamele görmesi gerektiği. Bunların işte artık terörist mi derler başka bir ad mı verirler bilmiyorum, o şekilde dışlanması söz konusu olacaktır. Burada yeterince büyük bir kitleyi oluşturup da kendi etraflarında toplayabilirlerse, o zaman seçimlerin de herhangi bir şekilde demokratik bir yarış şeklinde olması söz konusu olmayacak. Seçimler bir liderin tekrardan inhası için yapılan bir tören, yani alkışlanması için fener alayı gibi bir şeye dönüşecek, temeli o. Bu da seçim mi seçim. Oldu mu oldu. Zaten halkın seçmiş olduğu kişi belli, yani onun bir milleti var. Millette tabii dini anlamı da içerecek biçimde kullanılıyor büyük bir ölçüde, en azından o iması var.  O milletin lideri belli. O liderin artık normal bir seçime girmesi, demokratik olarak yarışması filan söz konusu olamaz o zaten oluşmuş durumda. Kendiliğinden bir yerde oluşmuş bir millet – lider bağı, halk, millet kabul etmiş onu oraya koymuş, o tahtından indirilemez. Ancak zaman zaman toplanıp ona yeniden sadakat bağını tescil etmek, güçlendirmek, desteklemek, alkışlamak için bir seçim gibi bir plebisiter bir tören yapılabilir. Ona indirgenecek, dolayısıyla bir popülist otoriter veya popülist totaliter bir teokrasi filan gibi bir şey kurulacak. Bunu destekleyenler de buna demokrasi adını verecek, işinize gelirse. Böyle bir yapıya doğru döndürülmeye çalışılıyoruz ve onun içerisinde size de, yani Alevi toplumuna da belirli bir ubudiyet içinde bir mevki verilebilir, bunun karşılığında bu sistemin çalışmasına tabii önemli bir ekonomik güdü var onu da biliyoruz. Burada güçlü bir lider veya liderler silsilesine yakından sadakatle bağlanmış güçsüz geniş kitlelerle olan destek – çıkar ilişkileri ki buna patronaj ilişkileri diyoruz. Patron-yanaşma ilişkisi isterseniz, hani ağayla marabası arasındaki ilişkinin yeniden çeşitli şekillerde tanımlanması vs. bu tür bir ilişki içerisinde patronaj ilişkisi önemli. Yani güçlü kişiyi iktidarda tutuyorsunuz o size hem koruma sağlıyor hem aynı zamanda bahşişinizi veriyor, icabında size ihsan veriyor. Bu şekilde patronaj ilişkisi önemli. Bu ilişkinin içerisine Alevileri de bir şekilde yerleştirme dolayısıyla bakın size de patronajdan bir şey veriyoruz demek mümkünmüş gibi duruyor. Yani rasyonel olan bizi desteklemenizdir. Bu mesajı verebilmek, bunu kabul ettirebilmek. Diğer bütün kesimlere, her kesimin içerisinden birilerini alıp bu şekilde monte edebilmek. O yapılabilirse sadakat göstererek, şükrederek yaşayacak geniş bir toplum, otoriter bir yapı veya tabii kontrol çok daha artırılabilse totaliter bir yapı. İkisi arasında kontrol açısından ciddi farklar var. Bunlardan hangisi gerçekleşebilir bilmiyorum. Biz totaliter olabilir miyiz ondan da pek emin değilim. İtalya gibi bir kültüre sahibiz, onlar faşizmi denediler ama pek Almanya’daki kadar becerikli olamadılar. Dolayısıyla, bizim toplumumuzda yaygın bir anomik eğilim var; yani kural bilmezlik, tanımamazlık, yani kurala pek uymadan yaşamak eğilimi içerisindeyiz genellikle. Hani anomi, nomos kavramından geliyor, nomos kural demek. A olumsuz ön ektir dolayısıyla a-nomos ve anomie kural tanımazlık anlamına, ya da kural bilmezlik, bilmiyorsunuz böyle bir kural olduğunu, düşünmüyorsunuz da kural olması gerektiğini, o zaman kural olsa bile kale almıyorsunuz, aklınıza eseni yapıyorsunuz. Böyle bir toplumda kuvvetli iktidar önemli oluyor o da aklına eseni yapıyor aynı kültürün bir unsuru. Ona destek veriyorsunuz ama aklına eseni yapmanın bu kadar etkin olduğu bir yerde herkesi aynı cendereye sokabilmek nasıl becerilecek o da belli değil. Onda da büyük başarı sağlayacağını tahmin etmiyorum, ama göreceğiz.
Doğan Bermek: Evet hocam çok çok teşekkür ediyorum. Bana kalırsa biz aslında Türkiye’deki siyasetin nasıl geliştiğini, son yüzyılı konuştuk bu arada. Çok çok değerli bir konuşmada oldu. Çok teşekkür ediyorum sağ olun var olun.
[1] Şerif Mardin
[2] Metin Heper örneğin
[3] İngilizce yazmış olduğu için center- periphery tabirini kullanıyor, Türkçe ’ye çevirirken merkez-kenar diye çevrilmiştir. Çevre diye de çevirenler var ama çevre tabii aynı zamanda environment İngilizcede. Hani çevre hakları filan dediğiniz zaman oraya girmiyor, dağdan taştan nebattan bahsediyoruz şey değil. Karıştırmasın diye ona kenar dendi. Taşra daha doğru.
[4] Bu araştırmaları Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu (2007) Turkish Democracy Today (London, UK: I. B. Tauris), Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu (2021), Fragile but Resilient? (Ann Arbor, Michigan, USA. Michigan University Press) Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu (der.) (2022) Elections and Public Opinion in Turkey (London, UK: Routledge) adlı kitaplarda yayınladık.

10 Ekim 2022